Tabiki sadece haftanın değil, ayın konusu Ramazan!
Elinde kola şişesiyle eve koşan çocuk reklamı çıkmaya başladıysa ramazan yaklaştı demektir.
Ve ne zaman ki televizyon da Çağrı filminin fragmanları dönmeye başlar işte o zaman 11 ayın sultanı, resmin teşrif etmiştir.
Camilere asılan mahyalar, iftarda atılan toplar, tokmaklarını vura vura dolaşan davulcular, önünde kuyruklar oluşan fırınlar; İşte ramazanı karşılayan müslümanlar!
Benim için ramazan, ‘beşibiryerde’ demek, hem çok değerli hem içeriğinden sebepli! ‘Pide- Güllaç- Hurma- Çorba- Çay’ aynı paragraf hatta aynı cümle içinde kullanılabiliyorsa, oruç tutulmuştur mutlaka!
Aaaa yalan yok, ramazana dair en sevdiğim şey, kalabalık iftar sofraları! Eşle dostla, hısım- akrabayla, ailenle- sevdiklerinle, çok isteyip de vakitsizlikten görüşemediklerinle ortak paydada, aynı masada buluşmana vesile oluyor o sofralar! Her ne kadar dini vecibeler ayı olsa da ramazan, özünde bir durma- durulma- sakinleşme- özüne dönme zamanı! Hep bir kaos içinde yaşadığımız, koşuşturmaktan anları ıskaladığımız hayatta, bir şeylere yetişmeye ara verdiğimiz, içimize dönüp kendimizle yüzleştiğimiz, kalbimizi dinlediğimizin özel bir ay aynı zamanda!
Hep oruç geliyor akla, ramazan denince! Oruç deyince de açlık! Bu gözler, tüm gün aç kalıp da iftarda kendinden geçercesine yiyenlere alıştık! Hatta öyle ki bazılarının sahurda depoladığı suyu deve görse, hörgücünden utanır, o derece yani!
Tabi mevzunun açlık olmadığını anlamak, işin esası! Dünya nimetlerinin farkına varmak, dayanılmaz sanılan zorluklar karşısında iradeyi ortaya koymak, bu hayata niye geldiğimizi hatırlamak olayın aslı!
Tüm gün aç kalıp iftar olunca dünyaları yiyeceğinizi hayal edip iki tabakta midenin şişmesi, fazla bir şey yenilememesi değiştiriyor işte insanın bütün algısını! Günlük hayatta yapmaya alıştığımız pek çok şey, içtiğimiz bir bardak su, bir sigara, ailecek oturulan sofra, başka bir tat bırakır bu mübarek ayda!
Her ne kadar aynı kutsal kitaba inansalar da farklı kültürlerde büyümüş, farklı coğrafyalarda yetişmiş ve de Müslümanlığı kabul etmiş milyarlarca insan var dünyada! İşte ramazan ayı, farklı geleneklerle karşılanıyor her coğrafyada! Mesela yol kenarlarına, dükkânlara, evlerin balkonlarına asılan fanus adı verilen süslü fenerler ve renkli kâğıt süslere bakarak ramazanın geldiği anlaşılıyormuş Mısır’da! Tok tutma özelliğinden dolayı, ‘karın çivisi’ adı verilen ezilmiş iç bakladan yapılan bir yemek yeniyormuş sahurda da! Yemen’de ise erkekler gözlerine sürme çektiriyormuş ramazanda! ‘Mehndi’ adını verdikleri kınalarla ellerine motifler çiziyorlarmış kadınlar Pakistan’da ve ‘Celibi’ denen bir tatlı dağıtılıyormuş halka! Endonezya’da ise ‘Pagusan’ denen bir temizlik ritüeli uygulanıyormuş ramazanda! Nehirlerde, göllerde yıkanıyorlar, böylece Allah’a daha yakın olduklarına ve sadece bedenen değil aynı zamanda ruhun ve zihnin de temizlendiğine inanıyorlarmış. Yüzyıllardır süren bir gelenek olan ‘Ca Ramazan’, Kırgızistan’a özgü bir gelenek! ‘Ca Ramazan’da, ramazan ayının 15. gününden sonra çocuklar ve gençler toplanarak atla ya da yürüyerek ve sokakları tek tek gezerek tüm kapıları çalıyorlar, dua, dilek ve niyetlerini içeren manilerini, müzik aletleriyle seslendiriyorlarmış!
Bizim de bazı geleneklerimiz var elbet! 11 ayın sultanı Nihat Hatipoğlu hocamız, yine 1 ay televizyonda olacak, bıkıp usanmadan şekersiz sakızın, diş fırçalamanın orucu bozmadığını anlatacak . ‘Kafayı yemek’ ya da ‘ayvayı yemek’ orucu bozar mı diye soran biri de illa çıkacak lakin o sabrıyla bunlara dayanacak, bu seneyi de inşallah atlatacak!
HAYIRLI RAMAZANLAR!
……………………………………………*…………………………………….
Olmaya Devlet Cihanda
‘Evin varsa bir sıfır koymalısın varlıklar hanene, işin varsa bir sıfır daha koymalısın! İşin iyi gidiyorsa üç sıfır daha koymalısın, sevdiğin varsa üç sıfır daha! Araban varsa bir sıfır, yazlığın varsa bir sıfır daha! Daha sıralanabilir sıfırlar hanesi! Ancak sağlığın varsa bir koyarsın başına, bütün sıfırlar anlamlı bir değere ulaşır. Yoksa sonuç sıfırdır, hiç uğraşmayasın boşuna!’
Uzun zaman önce Vehbi Koç’un söylediği ama o zaman sadece doğru diyerek geçiştirdiğim, sonrasında da ne kadar haklıymış dediğim bu cümleler, hayat içindeki sessiz ama mutlak hakimiyetini anlatıyor aslında sağlığın! Söz konusu sağlık olduğunda her şey nasıl da önemini yitiriyor. Giden sevgilinin ardından ağlamak ne kadar anlamsız, işten kovulmak ne kadar önemsiz, para kazanmak, kaybetmek, kazık yemek her şey ama her şey ne kadar boş geliyor.! ‘Hele bir iyi olayım, başka bir şey istemiyorum’, “Aman şu ağrım sızım geçsin de başka bir şeyim olmasın” cümleleri çıkıyor ağızdan, bir dua gibi, bir dilek, adak gibi!
Bedenimizde görülen bazı hastalıklar, ruhumuzda saklanan hastalıkların ufak parçalarıymış aslında! Örneğin sol tarafta duyulan ağrılar bir erkeğe, sağ tarafta duyulanlar bir kadına duyulan öfkeyi sembolize edermiş. Boğaz ağrısı, söylemek isteyip de söylenemeyenler, kulak ağrısı bilmek istenip de işitilmeyenler demekmiş. Kronik boyun ve omuz ağrısı genellikle başkalarının yükünü üstlenmekten, bir kişiyi ya da olayı unutamamaktan ya da affedememekten kaynaklanan, kol ağrıları ise hayattaki olay ve deneyimlere tutunmakta ne kadar zorlanıldığını gösteren ağrılarmış. Sessiz ve inceden gösterirmiş kendini duygular, organlarda!
Hep ilk önce diye dua ettiğimiz sağlık! Para kazanmak için önce harcadığımız, sonra da geri kazanmak için uğruna para harcadığımız! Varken değerini yok saydığımız, yokken değerini anladığımız! Nasıl tuhaf bir ironidir bu yaşadığımız!
İşte tam da bu yüzden çok kıymetli bir bayram 14 Mart Tıp Bayramı!
Biliyor musunuz, 14 Mart dünyanın hiçbir yerinde tıp bayramı olarak kutlanmıyormuş, Türkiye hariç!
Ve bizdeki hikayesi de, bir kahramanlığa ve milli mücadele günlerine dayanıyormuş;
Dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.Dünya Savaşı’ndan yenik ayrıldığı dönem! Yurt işgal altında, işgal kuvvetleri yurdu parçalamaya çalışmakta! İngiliz Donanması, topları şehre çevrili halde Haydarpaşa Limanı’nda demirlemiş, pusuda! Limana yakın olduğu için dönemin Tıp Fakültesi olan Tıbbiye-i Şahane binasına el koymuş, öğrencileri bir bölüme sıkıştırmış, öğrenci yatakhanelerini de bodrum katına taşımış! Tıbbiye öğrencileri, hem okullarının hem de yurdun işgal altında olmasından dolayı çok mutsuzlarmış. Bağımsızlık, onların hayali ve amacıymış ve o öğrenciler, bunun için her şeyi göze almış! Öğrencilerden biri olan Hikmet, arkadaşlarını toplamış!. 14 Mart Osmanlı’da tıp eğitimin başlama tarihiymiş ve o sabah harekete geçerek bu işgali protesto edeceklermiş. Dev bir Türk bayrağı hazırlanmış, İngiliz nöbetçileri atlatarak okulun iki kulesinin arasındaki çatıya çıkarak o dev bayrağı asmışlar. Gün ağarıp da sabah olunca İngilizler, eyleme katılan tüm öğrencileri tutuklamış ama onların , bahaneler çoktan hazırmış! 14 Mart 1827 tarihi, “Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire”nin kuruluş günü ve aynı zamanda Osmanlı’da ilk modern tıp öğreniminin başladığı tarih olarak kabul edilmiş. Öğrenciler; “Biz her yıl 14 Mart’ı kutlarız” diye savunma yapmışlar, İngilizler de bu savunma karşısında Tıbbiyeli Hikmet ve arkadaşlarının eylemini sineye çekmek zorunda kalmış. Tıbbiyenin kuruluşu ilk kez böyle kutlanmış, 14 Mart da 1919 yılından itibaren Tıp Bayramı olarak kabul edilmiş!
Sağlık olmadan, her şey boş değil mi! O varken tamam olan her şey, o yokken eksik sanki! Başındaki ‘1’ olmayınca tüm o kıymetli sıfırların anlamı yok ki! Sağlıklıyken her şey tam her şey anlamlı, hakiki. İşte o yüzden yedi cihanın padişahı Muhteşem Süleyman’ın da dediği gibi;
‘Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi’!
………………………………….*…………………………………………
Bisiklete Binmek Gibi Hayat
Bu aralar yeni bir şeyler yapmak istiyorum! Yeni bir şeyler keşfetmek, üretmek ve hayal kurup peşinden gitmek!
Sonra düşünüyorum, ‘Ne diyorsun kızım sen’ diyorum! ‘Onca koşturmanın, telaşın, kargaşanın içinde, kendine bile yetişemiyorken ne üretmekten- keşfetmekten bahsediyorsun!’
Tolstoy’un şu satırlarla karşıma çıkması, tesadüf mü yoksa ilahi bir güç mü bilmiyorum!
Çok sevdiği kızı Vanişka’yı henüz 7 yaşındayken kaybeden Tolstoy, eve kapatmış kendini, hayata küsmüş!
Sevenleri, ailesi onun için çok endişeleniyormuş. Bir süre geçtikten sonra günlerden bir gün komşuları evinin bahçesinde bir hareketlilik fark etmiş. Ünlü yazar, altındaki bir alete düşe kalka binmeye, üstünde kalmaya çalışıyormuş. O alet bisikletmiş ve Tolstoy, bisiklete binmeyi öğrendiğinde 67 yaşındaymış! Günümüzde müzeye dönüştürülmüş olan Moskova’daki evinde sergilenen bu bisikletin mesajı net;
‘Hiçbir şey için geç değildir! Yeter ki hayattan vazgeçmeyin ve mazeret kabul etmeyin!’
Ben almam gereken mesajı aldım fazlasıyla! Hem bisiklete binmeyi 4 yaşında öğrenmiş biri var karşınızda, Tolstoy’dan da hayli ilerde sayılırım bir bakıma! Bisiklet deyip geçmeyin hem, denge mühim orada! Dengenin hayatta da ne kadar önemli olduğunu, anlatmayayım şimdi burada!
Bisikletin çocukluğumuzdaki yerini hatırlarsınız mutlaka! Düşe kalka sürmeyi öğrendiğiniz ilk bisikleti, o bisiklete sahip olabilmeyi ne kadar istediğinizi!
Tolstoy’un sürmeyi 67 yaşında öğrendiği bisikletin, nerede, ne zaman ve kim tarafından icat edildiğiyle ilgili farklı görüşler ileri sürülse de ilk bisikleti Fransa’da 1790’lı yıllarda Comte de Sivrac’in bulduğu kabul ediliyor! “Celeripede” olarak adlandırılan, iki tekerleği olan, sert ahşap çerçeveden oluşan ve pedalı bulunmayan bu bisiklet ayakların hareket ettirilmesiyle ilerletilebiliyormuş.
Ve Şubat 2024 itibariyle en eski ulaşım araçlarından biri olan bisiklet de artık sürücü kursu müfredatına girdi!
Türkiye Bisiklet Federasyonu tarafından yapılan açıklamada, sürücü kursu müfredatına “Bisiklet ve Trafik” adlı bir dersin eklendiğini belirtildi. Açıklamada; “Ülkemizde motorlu araç sürücüleri tarafından az bilinen bu konu, sürücü kurslarında verilecek dersler ile pekiştirilecek ve farkındalığın artması sağlanacaktır” denildi! Umarım bisiklet sürmek için de ehliyet istenmez, bu kaosta bir o eksikti!
Mevzu nereden nereye geldi; Yeni bir şeyler yapmaktan- üretmekten, Tolstoy’un bisikletine oradan da bisikletin sürücü kursu müfredatına girmesine! Ama aslında düşününce hepsi birbiriyle öyle ilgili ki!
Bunu da bulan ünlü fizikçi Albert Einstein! zat-ı alim kendisine müteşekkir!
“Hayat bisiklete binmek gibidir; Dengede kalmak için, hareket etmeye devam etmen gerekir!”
……………………………………*…………………………….
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Planı: Sosyal medya kullanıcılarının dikkatini çekecek türden! Son dönemlerin en popüler sosyal medya platformlarının başında gelen TikTok, Amerika’da huzursuzluğa yol açmıştı. TikTok’un “ulusal güvenlik için sorun oluşturduğu” gerekçesiyle yasaklanması gerektiğine dair yasa tasarısının ABD Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesinin ardından şimdi de bu platformun yani TikTok’un satın alınması için de harekete geçildi. Eski ABD Hazine Bakanı, TikTok’u satın almak için bir yatırımcı grubu kuracağını bildirdi. Çekirdekleri hazır edin, TikTok satılır- Çarşı karışır, demedi demeyin!
Haftanın Çözümü: Duyanları güldürdü! Tokat’ta bulunan ve konut sayısının fazla olduğu bir siteye sahur için Ramazan davulcusunun gelmemesi üzerine, site sakinlerinden birisi, komşularını bağırarak uyandırdı. Kişinin komşularını; “Saygıdeğer İmran Sitesi sakinleri! Sahur vakti gelmiştir! Senin ışıkların hiç yanmıyor takip ediyorum, uyanın! Haydi İmran Sitesi, sahur vakti! Uyan!” şeklindeki komşularını bağırarak uyandırma görüntüleri, sosyal medyada büyük ilgi gördü! O değil de fena fikir de değilmiş hani! Her gün komşulardan biri bağırarak uyandırsa ahaliyi, devlet bütçesine destek olmuş olurlar sanki! Davulcuların da maaşı var sonuçta değil mi yani! Bir nevi amme hizmeti!
Haftanın Etkinliği: Bence geç kalınmış bir kültür- sanat faaliyeti! Türk sinemasının en ünlü ve en özel oyuncularından biri olan Kemal Sunal’ın kişisel eşyalarından, film kostümlerine kadar birçok öğeyi içinde barındıran “Kemal Sunal Müzesi”, Göztepe Parkı’nda açılıyor! İBB’nin Göztepe Parkı’nda idari binasından dönüştürülerek oluşturulan müze, Yeşilçam’ın yarım yüzyıllık tarihine de ışık tutacak! Böylece çok daha önce yapılmalıydı dediğim bu müze sayesinde, gelecek nesiller de, bu yeri asla dolmayacak özel adamı, tanıma fırsatı bulacak!
Haftanın Cezası: Dudak uçuklattı! Avrupa Birliği, Apple’ı, müzik uygulamalarının dağıtımında hakim konumunu kötüye kullandığı gerekçesiyle 1,8 milyar euro para cezasına çarptırdı! Apple’ın, uygulama geliştiricilerin “alternatif ve daha ucuz müzik abonelik hizmetleri hakkında bilgilendirmelerini engelleyen kısıtlamalar getirdiğinin” tespit edildiğini bunun da AB normlarına aykırı olduğu gerekçesiyle verdiği cezanın miktarı, ‘zenginlerin cezaları’ da başka oluyor dedirtti! Meblağ büyük büyük olmasına da, Apple’ a koyar mı ya, bırakın Allah aşkına!
Haftanın Buluşu: İzmir’de 5 yıldır diyaliz tedavisi gören Ferhat Akın’a şifa oldu! Akın, kadavradan yapılan böbrek nakliyle sağlığına kavuştu! ‘Periton Diyaliz’ tedavisi gören 32 yaşındaki Ferhat Akın’a, 3 hafta önce aynı hastanede beyin ölümü gerçekleşen bir hastanın böbreği nakledildi. Bu başarılı naklin ardından hayata döndüğünü söyleyen genç adamın mutluluğu, organ naklinin önemini bir kez daha ortaya koydu! Darısı diğer tüm şifa bekleyen hastaların başına inşallah!